Dünya ruh sağlığı günü nedeniyle bir Üniversitede ruh hastalarının sorunları konusunda konferans notları üzerine araştırmalarım sırasında Lenny Lapon’un ‘Beyaz Önlüklü Katiller’ kitabı Nazi Almanya’sında akıl hastalarına uygulanan insanlık dışı eylemlerin öncesini ve sonrasını detaylı bir şekilde ele alıp, günümüz psikiyatri dünyasına yeniden gözden geçirmemizi sağladı.
Kitabı tekrar tekrar okuyunca insanlığın bu en karanlık dönemi hakkında bilgilerimizin ne kadar yüzeysel ve yetersiz olduğunu fark ettim. Mevcut Psikiyatrı ders kitaplarında yeterli hiçbir bilgi notu yoktu, 20. yüzyılın ortasında sanki böyle bir şey hiç yaşanmamıştı.
İnsanlık kendi suçlarıyla, utançlarıyla yüzleşmek istemiyor mu?
Yoksa bilmediğimiz bir hafıza kaybı yaşanıyordu?
Konumuz 20 yüzyılda medeniyetin beşiği kabul edilen Avrupa’nın merkezinde ruh hastaları açısında tarihin karanlık bir dönemi,
Ne oldu ve dünyanın gözleri önünde neler yaşandı?
İkinci Dünya Savaşının üzerinde neredeyse seksen yıl geçti.
Sözde modern toplum çağında psikiyatri hastalarına yönelik en sistematik ve programlı proje ile, akıl hastanelerine yatan hastaların yüzde 92’si nasıl psikiyatrik soykırıma uğradı?
Bu karanlık dönemin perdelenmiş ve yeterli oranda ortaya çıkarılamayan, yeteri kadar aydınlanamayan, çok insanın bilmediği katliamlardan biride şizofren ve benzeri kronik hastalara uygulanan insanlık dışı uygulamalarıydı.
2010 ocak ayında Schizophrenia Bulletin isimli bir dergide E. Fuller Torrey ve Robert H. Yolken’ın yazdıkları bir makale savaşın ve Nazi zihniyetinin gözlerden uzak kalan bir yanına dikkat çekiyordu.
Nazi yönetiminin Avrupa Yahudilerini sistematik bir biçimde ortadan kaldırma çabaları iyi bilinmektedir. Alman toplumunu saf hale getirmek ve düzeltmek adına Nazi saldırganlığı ve katliamları ikinci sınıf insan olarak nitelendirdikleri Yahudilerden, Çingenelere, direnişçilerden eşcinsellere kadar farklı kesimlere uzanmaktaydı. Nazilere göre hepsinin ortak bir özelliği vardı. Toplumu bozan akıl hastaları ve diğer işe yaramaz ikinci sınıf insanları yok etmek için gerçekleştirilen bu sözde bilimsel vahşetin yasal ve sözde bilimsel temeli Amerikalı soy ıslahı bilimlerine dayatıyorlardı.,
Naziler akıl hastaları, zeka özürlüleri, fiziksel deformasyonları olan çocukları ve diğer psikotik bozukluk gösteren hastaları da toplumu bozan bir grup olarak değerlendiriyorlardı. 1934 ile 1945 yılları arasında sürekli bir biçimde bu hastaları kısırlaştırdılar ya da öldürdüler.
Bunları yaparken gerekçeleri neydi?
Yirminci yüzyılın başında şizofreni gibi hastalıkların Mendel genetiğine uygun kalıtım gösterdiği geniş kabul gören bir düşünceydi. O yıllarda ABD ve Avrupa’da hakim olan bu görüşe göre şizofreni çekinik bir kalıtımla kuşaktan kuşağa aktarılmaktaydı.
Almanya 1933 yılında (Kalıtsal eksikliklerle giden nesillerin önlenmesi hakkındaki kanunu) kabul etti.
Yasanın bir amacı oldukça kalabalık olan akıl hastanelerinde hastalara yer açmak olarak görülmekteydi. Bir diğer amacı ekonomik nedenlerdi.
Almanya’da psikiyatri hastanelerindeki hastaların kısırlaştırmanın ötesinde öldürme düşüncesi daha eskilere dayanmaktaydı.
Şizofreni hastalarını zihinsel açıdan ”ölü” olarak nitelendiriyor ve söz konusu değersiz hayatın sona erdirilmesi hem bakım verenleri hem de toplum açısından da bir kazanım olarak görülüyordu.
Nazi yöneticiler Temmuz 1939’da ”Değersiz hayatların tıbbi yöntemlerle ve acısız bir biçimde sona erdirilmesi” bir yasa taslağı hazırladılar.
Ve ilginç bir tarihte, Polonya işgalinin başladığı gün 1 Eylül 1939’da Hitler, Aktion T-4 programının başlaması emrini verdi. Ekim ayında Almanya’daki tüm hastane yöneticilerinden hastanelerinde yatmakta olan her hastanın tanısı ve işe elverişliliği hakkında görüş istendi. Toplanan bilgi formları bir komisyonun değerlendirilmesinden geçtikten sonra öldürülmek üzere 70.000 hasta seçildi. Bu sayı o dönemde Alman nüfusunun 1/1000’ne karşılık gelmekteydi.
Ölüm ve işkence merkezlerinin ilki 1939 yılında Bradenbege’de kurulup psikiyatristler tıbbi yöntem olarak duş salonu biçiminde düzenlenmiş kapalı bir odaya karbon monoksit verilmesi yöntemi seçildi. Ocak 1940’ın ilk günlerinde ilk 20 hasta hastanelerde inşa edilen bu odalara ‘duşa’ gönderildiler. Yöntem yöneticilerce çok başarılı bulundu.Kısa bir süre sonra Almanya genelinde duş odası olan hastane sayısı altıya çıkarıldı. Özenli kayıtlar tutuldu ve uygulama konusunda merkezler birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Örneğin bir hastanede duşa gönderilen on bininci hasta işleminde görev alanların yer aldığı bir kutlama seremonisi eşiğinde ölüme gönderildi. Ölenlerin altın dişleri toplandı ve programı finanse etmek için kullanıldı. Ağustos 1941’e gelindiğinde toplam 70.273 hasta öldürülmüş ve yakılmıştı.
Başlangıçtaki hedefler tutturulmuş, Aktion T-4 durduruldu. Nisan 1941’den itibaren altı merkezden seçilen elemanlar daha önemli daha büyük bir programda görevlendirilmek üzere seçildiler. Bu personel (doktor, hemşire, hasta bakıcılar, sekreterler vb) psikiyatri hastanelerinden Auschwitzid gibi toplama kamplarına sevk edildiler. Gaz odaları kurmaları programıyla görevlendirildiler. Böylece Alman yöneticilerin kronik akıl hastalığı olan kişilerden kurtulma yöntemi, Naziler tarafından istenmeyen herkese uygulanacak bir programa evrildi.
Daha sonraki yıllarda Aktion T-4 resmi olarak 1941 ortalarında sona ermiş olsa da, şizofreni hastalarına yönelik imha uygulamaları farklı yöntemlerle devam etti.
Peki toplam kaç kişi öldürüldü ya da kısırlaştırıldı?
Schizophirenia Bulletin yazarlarının kayıtlara dayanarak verdikleri tahmine göre, 1934-1945 yılları arasında Almanya’da tıbbi kurumlarda toplam 600.000- 675.000 kişi kısırlaştırıldı ya da öldürüldü.
Savaş sonrası dönemin ilk yıllarında Almanya muhtemelen tarihte şizofreni hastalarının en çok azaldığı ilk toplum olmuştu.
Peki sonra ne oldu?
Naziler ve onları önceleyen ideologlar haklı çıktılar mı?
Alman toplumu bu hastalıktan kurtuldu mu?
Şizofreni hastalığının oluşumunda sadece genetik etkenler rol oynasaydı haklı olabilirlerdi.
Artık iyi bilinmektedir ki, şizofreni ve benzeri psikotik bozuklukların oluşumunda özgül psikojenik etken ya da özgül patojenik etkenden söz edilmiyor. Genetik yatkınlık ancak bazı çevresel koşulların varlığıyla ve ailede ağır bozukluğun oluşumu etkileyeblir diye kabul ediliyor. Şizofreni oluşumunda; süregen stresin, zorlu yaşam koşullarının, beslenme yetersizliğinin, beyinde yapısal bozukluklara neden olan alkol ve uyuşturucu kullanımının, beyine özgü biyokimyasal biyoaminlarin, beyni etkileyen travmalar gibi çoklu etkileri etken olarak sayabiliriz..
İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da şizofreni diğer ülkelere göre bir süre düşük kaldı. Ama savaşın getirdiği toplumsal yıkım, siyasi belirsizlik, ekonomik zorluklar, onarılması imkansız bireysel trajediler. İşte bu koşullarda büyüyen çocukların bir kısmı savaşta yirmi yıl sonra hastalandılar. Yazarların yapılan çalışmalara dayanarak verdikleri rakamlara göre, Almanya’da şizofreni olasılığı diğer ülkelere göre daha yüksektir.
Tarih çok acı bir biçimde de olsa, insanlığı tehdit eden düşünce ve eylemlerin bir kez daha mahkum olmasını sağlamış oldu.
Ne yazık ki çok ağır bedeller pahasına.
Şu anda psikiyatri dünyasına yön verem ABD’de çok az sayıda psikiyatrist akıl hastalarına karşı uygulanan soykırımı eleştirmek için sesini yükseltebildi mi? Hayır ses yok. Büyük tıp ve psikiyatri dergileri Nazi Almanya’sının bu gizli tarihini aydınlatmak için yapılan araştırmalara yer vermeyi reddetti.
Nadir istisnalar dışında bu korkunç suç. psikiyatrı ders kitaplarınca da görmezden gelindi.
1939-1945 yılları arasında Nazi Almanyası’ndaki psikiyatristlerin sekiz “akıl hastası”ndan yedisini (neredeyse 600.000 insanı) öldürdüğü insanlık tarihine not düşülmelidir.
Gaz odaları, Yahudiler’in ve “yaşamları değersiz”, “tedavi edilemez” olarak sayılan insanların üzerinde kullanılmadan önce, iki yıl boyunca “akıl hastaları”nın üzerinde kullanılmıştır.
Bu, bütün insanlar için bir ders olsun. Burada tıbbi bir sorundan bahsetmiyoruz; kişisel, siyasi özgürlük meselesinden, tüm insanların kendi kararlarını verebilme, kendi hayatlarını kontrol edebilme hakkından bahsediyoruz.
Bu ülkenin milyonlarca psikiyatri hastasının özgürlüğü ile ilgilendiğimiz kadar dünyadaki diğer ezilmiş halkların özgürlüğü ile de ilgilenmeliyiz.