ÖLÜM KORKUSU VE GERÇEKLİK ÜZERİNE NOTLAR

20 Nisan 2020

Corona virüs küresel ölçekte yayılırken, hastalığa ve ölüme dair korkular, çok sayıda insanın psikolojisini meşgul etmeye başladı. Bu korkular, kaygı ve panik bozukluklara, uyku düzensizliklerine benzer psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor.

Korkular genelde kişinin kendini ciddiye ve kendisi dışındaki diğer insanların  iyiliğini ciddiye almamaya neden olabiliyor. Örneğin marketlere ihtiyacından fazla maddeleri istifleme, ihtiyacından fazla tuvalet kağıdı, temizlik malzemesini örnek verilebiliriz. 

-İnsanlar bu gün neden korkuyor?

-Virüse yakalanmaktan, hastaneye yatmaktan, halen ilacı, aşısı ve tedavisi olmayan hastalıktan ölmekten korkuyorlar.

-Korkmaları doğal değil mi?

-Korku insanı ve doğal bir duygu, endişelerini abartmamak ve panik düzeyine çıkarmamak şartıyla.

Doğada hiçbir şey statik değildir, her şey nihayetinde bir gün sona erer. Her şey gibi hepimiz doğanın bir parçasıyız, dolayısıyla ölümde yaşamlarımızın bir sonucudur.

 Aynanın karşısına geçip kendinize bakın, yıllar içinde çocukluktan ergenliğe, ergenlikten erişkinliğe ve yaşlılığa geçtikçe vücut yapılarınızın nasıl değiştiğini düşünün,

.Ne yaparsak yapalım, nasıl yaşarsak yaşayalım ya da ne şekilde beslenirsek beslenelim bu değişimin önüne geçemeyiz

 Şunu peşinen kabul edelim bizler gelip geçiciyiz, sürekli değişiyoruz, bir andan diğerine aynı kalmıyoruz. Zaman sürekli geçiyor ve bunu hiçbir güç durduramaz.

Burada kendinize sorulması gereken soru bu zamanı doğru kullanıp kullanmadığınızdır? 

İnsan yaşamları tüm canlılar gibi ölümün merkezi bir rol oynadığı yaşamlardır. 

Ancak insan için ölüm özel bir anlama sahip olup her zaman insanlığın başlıca kaygısı olmuştur.. 

Ve ölüm problemi, çağdaş felsefi ekoller arasında varoluşcu felsefenin dışında, felsefi tartışmalarda gerektiği yeri almamış, çoğu kez yan bir konu olarak değerlendirilmiştir. 

Modern insan ölümle ilgili olarak kasıtlı bir şekilde bir inkar davranışını sürdürmüştür. Bu gün virüs pandemisinde yaşandığı gibi acil bir ölüm tehlikesi olmadığında, insanlar ölümden daha az korkmaktadırlar. Genel olarak insanların başlarına hastalık veya herhangi bir tehlike geldiğinde korkuya kapılır, ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye başlarlar.

İnsan olarak ölüm kaçınılmaz bir durumdur, ve hiç kimse bir başkasının yerine ölüm deneyimi yaşayamayacaktır. Ölüm duygusu paylaşımsız, bireysel açıdan daima varoluşsal bir kaygı hali olup ve ölüm kaygısı baş edilmesi gereken psikolojik bir duygu olarak algılanması gereken bir durumdur.

  Felsefe tarihinde ölümün insan için kötü olup olmadığı tartışması Antik Yunan filozoflarına kadar uzanmakta ve bu bağlamda iki temel eğilim kendini göstermektedir: Birincisi, Aristoteles’in savunduğu, “Ölüm insanın başına gelen en kötü şeydir.”  iddiası; ikincisi ise Epikür’ün (M.Ö. 341-270) dile getirdiği, “Ölüm bize bir şey yapmaz; zira biz hayatta iken ölüm yok, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.”  yaklaşımıdır. Hem Aristoteles’in hem de Epikür’ün ölümün niteliği ve bizim onunla ilişkimiz bağlamındaki yaklaşımları, halefleri vasıtasıyla savunulmaya devam etmiştir. Öldükten sonra yeni bir hayatın varlığına inansın ya da inanmasın ölüm bazıları için -farklı gerekçeleri de olsa- korkutucu iken Epikür ve Lukretius (M.Ö. 95-55) çizgisindeki bazı filozoflar için hiç de endişeye kapılacak bir durum olarak değerlendirilmez. Birinci eğilimi savunanlar,  ikinci eğilimi savunanların açık bir gerçeği görmezden geldiklerini düşünürken ikinci eğilimi savunanlar, birincilerin bir çeşit kafa karışıklığı ve anlamsız bir endişe içinde oldukları kanaatindedirler. Bu çalışmanın, temel olarak ikinci eğilimin ne ölçüde tatmin edici olduğu tartışmasına odaklı olarak şekillendiğini söyleyebiliriz

  Romalı şair ve filozof Titus Lukretius Carus,  Epikür’ün en etkili haleflerinden biri olarak kabul edilir. Lukretius, De Rerum Natura adlı eserinin büyük bir kısmını ölümün insana bir şey yapmayacağı ve dolayısıyla ölüm korkusunun rasyonel olmadığı iddiasına ayırmıştır. Ona göre zihni huzursuz eden iki temel etkenden biri ölüm korkusudur. Lukretius ölüm korkusunu sadece kendi içinde kötü bir durum olarak görmemiş; ayrıca onu insanların mal, servet ve güç için yarıştıkları ve hatta bu uğurda savaşa sebebiyet verdikleri bir güvensizlik hissinin temeli olarak değerlendirmiştir. Lukretius’un da dahil olduğu Epikürcü gelenek, doğası gereği insanın farklı arzu veya ihtiyaçlara sahip olduğunu kabul eder. Bunlardan birincisi, yemek-içmek-barınmak gibi temel ihtiyaçlar; ikincisi, cinsel arzulardır. Bunlar bir şekilde karşılanır. Üçüncüsü ise mala ve makama yönelik ihtirastır, ancak bu üçüncüsü bütünüyle tatmin edilemez. Bu nedenle tatminsizlik yaratması muhtemel bedensel hazların yerine zihinsel hazların çok daha değerli olduğu kabul edilir. Bedensel hazlar hissedildiği an ile sınırlı iken zihinsel hazlar geçmişe dair anılar ve geleceğe dair beklentilerle daha geniş bir zaman dilimini kapsar. Fakat zihnin bu geçmişe ve geleceğe gitme kapasitesi onun başına bela da açabilir. Zira geçmişten kalan acı hatıralar ve geleceğe dair ölüm gibi anlamsız endişeler insan zihninin huzurunu bozabilir. Ölümden korkmanın anlamsızlığının altını çizen Epikür’ün yaklaşımı, Lukretius’la birlikte farklı bir boyuta taşınmıştır.

Schopenhaer, çağın en büyük kötümseridir, ancak her konuda düşünmüş ve yazmıştır. Önem verdiği ve üstüne ve kendisine özgü düşünceler geliştirdiği konulardan biride ölümdür. Ölümün insan yaşamındaki yeri, ölüme nasıl bakmamız gerektiği ve ölüm korkusuyla nasıl baş edeceğimiz gibi konular sadece sıradan insanların kafa yorduğu konular olarak kalmaz, ölüm gerçeğinin felsefenin merkezi olduğunu düşünür. ”Ölüm olmasaydı herhangi bir felsefi uğraş olmazdı” diye düşünür.

İnsanın ölüm karşısındaki tavrını anlayabilmemiz için onu diğer tüm canlı varlıklardan, özellikle hayvanlardan, ayıran yönlerini tespit edip ona göre bir çıkarımda bulunmamız gerektiğini ifade etmektedir. 

Schopenhaer, ilk koşulunu şöyle belirlemiştir: Öncelikle hayvanlarla ortak yönlerimizi kabul etmeli ve bundan hareketle bizi onlardan ayıran en belirgin özellikleri bulmalıyız. İnsanları hayvanlardan ayıran özelliklere baktığımızda; insanların bir öz bilince ve soyut düşünme yetisine sahip olduğunu görürüz. Geçmişine dönüp bakması, gelecek kaygısı, niyet, planlı hareket etme gibi özellikleri kendinde bulunduran, soyut düşünebilme yeteneğine sahip tek canlı varlık insandır. Ölümün kesinliğinin bilgisi yalnız insanlarda vardır. İnsanın kendi ölümü üzerine kurduğu özel ilişki hayvanlarda görülmez. Sadece insan kendisi üzerine düşünüp bir çıkarımda bulunabilir.

Öte yandan ölüm korkusunun her türlü bilgiden bağımsız, ölüm korkusunun sadece insanlarda değil, hayvanlarda da bulunmaktadır. ”Hayvan ölüme dair gerçek bir bilgiye sahip olmaksızın yaşar; dolayısıyla herhangi bir hayvan teki kendisini ancak sonsuz olarak idrak ettiği için türünün mutlak yok olmazlığını ve ölümsüzlüğünü doğrudan tadar”. 

Hayvanlar, ölümden gerçekte ne olduğunu bilmeksizin kaçarlar, çünkü bu kaçış içgüdüseldir.

Schopenhaer’un felsefesi insan merkezli olmakla birlikte bir irade felsefesidir. Her şeyin temelinde irade vardır. İrade her canlının sahip olduğu yaşama isteğidir. Çünkü irade doğuştan bizim hakiki iç varlığımızın özüdür. bilgi ise sonradan öğrendiğimiz bir şeydir. 

Bilgi iradeye yabancıdır.

”Kötülüklerin en büyüğü, her yerde tehdit edebilecek en kötü şey ölümdür; en büyük korku ölüm korkusudur. 

Hiçbir şey bizi başkalarının hayatına kasteden tehlike kadar en canlı alakayla karşı konulmaz derecede heyecanlandırmaz; hiçbir şey bir infazdan korkunç değildir”. Dolayısıyla ölüm korkusunu bilmek için ölümün bilgisine ve onun bilincinden olmaya gerek yoktur. Çünkü insanların ölümden korkmalarının nedeni akıl ve ölümün kesinliğinin bilgisine sahip olmaları değildir. Aksine tüm canlı varlıklarda olduğu gibi insanda da ölüm korkusu doğuştandır.

  İSLÂM FİLOZOFLARININ ÖLÜME BAKIŞI 

Ölüm korkusunu İslâm dünyasında ilk kez felsefî bir tarzda ele alan ve bu duygudan kurtulmak için psikolojik ve ahlâkî birtakım çözümlere başvuran ilk düşünür, Kindî’dir (ö. 866). İslâm dünyasında Kindî’den itibaren ölüm konusu keder, tasa ve kaygılar, mutluluğa engel olan psikolojik rahatsızlıklar olarak ele alınmış, bunlar fikrî ve ahlâkî tedbirlerle tedavi edilmesi gereken problemler şeklinde değerlendirilmiştir. Bu sebeple O, el-Hîle li-def’i’l-ahzân adlı eserinin son kısmını ölüme ve ölüm korkusuna ayırmıştır. Kindî’ye göre ölüm, insan tabiatının tamamlayıcı unsuru, insan tanımının temel öğesidir. Nitekim insanın “akıllı ve ölümlü canlı” olarak tanımlanmasında da tabiat esas alınmıştır. Yani insanın tabiatı, akıllı ve ölümlüdür. Eğer bir varlık ölümlü değilse, bu varlık insan olamaz. Dolayısıyla olmamız gereken şey neyse, öyle olmamamız, bir eksikliktir. Filozofa göre ölüm hakkındaki kötü kanaat, bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Aslında ölüm kötü değildir, bilakis ölüm korkusu, kötüdür. Ölüm sadece tabiatın bir tamamlayıcısıdır. Çünkü ölüm olmasaydı insan da olmazdı. O halde insan için kötü olan, ölümün olmamasıdır. İnsanın sahip olduğu her şey onda emanettir. Tanrı istediği zaman bu emaneti alıp başkasına verebilir. Emanet sahibi, insana verdiği emanetlerin değerlisini değil, değersizini alır. Nitekim nefs canlıysa hâlâ en değerlisi insanda duruyor demektir. Akıllı kişiye yaraşan durum, gerekli olmayan üstelik zararlı ve elem verici olan şey üzerinde düşünmemek, onunla uğraşmamaktır. Hatta kaybedeceği zaman üzüntüye kapılabileceğinden dolayı insan, mümkün olduğunca az maddî ihtiyaca sahip olmalıdır. Kötülük problemini de akılla çözmek gerektiğini düşünen Kindî, kötülük üzüntü sebebiyse, üzüntü sebebini azaltan her şey nimettir, der. Dolayısıyla elimizdeki aklî ve hissî nimetleri düşünerek zihni, kayıplarla meşgul olmaktan kurtarmak gerekir. Akıl gücünün doğru kullanılması ve insanın hakiki bilgiye ulaşması noktasında felsefeyi adres gösteren Kindî, bu konuda önemli tespitlerde bulunmaktadır. Mesela ölümle felsefe arasında ilişki kurarak, “Felsefe ölümü tercih etmektir.” demektedir. Ancak ona göre nefsin bedeni terk etmesi ve arzuların öldürülmesi şeklinde iki çeşit ölüm vardır. Birincisi tabiî ölümdür, ikincisi ise fazilete giden yoldur. Yine felsefeyi “gücü yettiği ölçüde insanın Tanrı’nın fiillerine benzemesi” olarak tanımlayan filozof, bilgelikle insanın değerini artırabileceğini düşünmekte, insanın tam anlamıyla faziletli olmasını öngörmektedir. Kindî’ye göre buna rağmen insanın ölümden korkmasının temelinde akıl yoksunluğu, kontrolsüz şehvet ve öfke duygularından kaynaklanan tutkular yatmaktadır. Kralları bile köleleştiren bu duygulardır; yani hastalıkların en tehlikelisi numdur.efsin hastalıklarıdır. İnsanın başlıca ödevi de bu duyguları yenerek gerçek özgürlüğünü elde etmesidir; iki dünyanın mutluluğu da buna bağlıdır.

Ölüm korkusu ve kaygısı psikiyatride pratiğinde sık karşılaşılan bir çok hastalığın içeriğinde bulunulan durumdur. Geniş ve karmaşık olan ölüm kavramlarının değerlendirilmesini geçmişte psiyatristler konuyu genelde ilahiyatçılara, felsefecilere, sanatçı ve diğer bilim insanlarına bırakmakta fayda görmüşler. 

Genelde psikiyatristler farklı sorunlarla gelen hastalarıyla ölümü pek konuşmazlar ya da konuşmak istemezler. 

Kişide korku meydana getiren bir gerçeğin varlığını yok saymak işlerine daha iyi gelmiş olabilir, yadsıma mekanizmasını ölüm  gerçekliğinin acı veren yanından ve kaygının ötesinde hoşa gitmeyen huzursuzluklardan kaçınmak olarak değerlendirmiş olabilirler. Bu anlaşılır ve insani bir durum.

Ama günümüzde Tanatoloji bilim dalıyla bu konuya psikiyatristlerin ilgileri artmıştır. Ayrıca bireysel olarak ölüm konusu ile ilgilenenler de olmuştu. Buna bir örnek E. Kubler-Ross  1926 – 2004 yılları arasında yaşamış, ölüm, ölmekte olan kişilerle ilişkiler, yas ve yas tutma konuları hakkında araştırmalar ve çalışmalar yapmış İsviçreli psikiyatrist ve yazardır.   1969 yılında ölümcül hasta olan 2000’den fazla hastayla yaptığı görüşmelere dayanarak ölme sürecinin beş evresinin olduğunu saptamış ve eğer ölüm aniden olmamışsa( trafik kazası, kalp krizi, silahla öldürülme vb.  ve ölmekte olan kişi neler olup bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir demiştir. 

Bu beş evre ;

  • İnkar
  • Öfke
  • Pazarlık
  • Umutsuzluk ,Depresyon
  • Alışma ,Kabullenme

Ölümü neden kabullenemiyoruz? Bilindiği gibi zihnimizin iki düzeyi vardır, Biri bilinçli olan zihniniz diğeri bilinçaltı zihninizdir. Bilinçli zihninizle düşünürsünüz, ama düşünce alışkanlıklarınız, değerleriniz, inançlarınız bilinçaltına gömülür ve bilinçaltınız düşüncelerinizin yapısına göre yaratıcılıkta bulunur. Bilinçaltınız; gördüklerinizin, bilgi birikiminizin, düşünce ve deneyimleriniz gömüldüğü bölümdür, bilinçaltınız bu birikim ve değerlere göre yaratıcılıkta bulunur.

Bilinçaltı kendisine gönderilen her şeyi ya da bilinçli zihninizin inandığı içeri kabul eder. Bilinçaltı bilinçli zihin gibi bunlar üzerinde akıl yürütmez ya da tersini empoze etme yönünde girişimde bulunmaz. Bilinçaltı zihniniz sizinle tartışmaya girmez. Bu nedenle yanlış önerilerde bulunsanız onları doğru kabul eder. Kendimiz hakkında düşündüklerimiz sonuçta kendi gerçeğimiz oluyor.

Bilincimiz ya da bilinçaltımızla kendi ölümümüzü tasavvur edemeyiz ve ölümsüzlüğümüze inanırız ama komşumuzun ölümünü, bir savaşta, otoyollarda ölen insanlara dair haberleri anlamakta zorlanmayız ve bu da bilinçaltımızdaki ölümsüzlük inancımızı destekleyerek sevinmemize ve – bilinçaltımızın gizli dünyasında – şöyle dememizi sağlar: ” Başka birisi, ben değil.” Bunun içindir ki ölüm düşüncesini kolay kabullenemiyoruz.

Dünyamızda sınırlı bir zamana sahip olduğumuzu anladığımızda ve son anın geldiğini  asla bilmenin bir yolunun bulunmadığını gerçekten bildiğimizde – her günü tam anlamıyla yaşar ve sadece buna sahip olduğumuzu anlarız.  

Ölüm biyolojik, tıbbi, psikolojik ve sosyal bir olaydır. 

Mantıken yaşamın bir başı bir sonu vardır. Bir doğum bir ölüm var. Bu olağan bir şeydir. 

Ölüm hakkındaki gerçekçi olmayan yaklaşımlarımız ve görüşlerimiz fazladan kaygı, endişe ve panik duymamıza yol açar.

Ölüm bilinci nedir?

Ne anlama geliyor?

Eski klasik psikiyatrik yaklaşım; ölüm konusuna kural dışı bir alan olarak bakılırdı. İnsan sadece kendini oluşturan parçaların bütününden ibaret değildir.

İnsan vücutta dizilen maddeler ve bütününden fazla bir şeydir. Psikiyatride buna biyo-psiko-sosyal ve spiritüel model diyoruz. Daha önce evren madde tabanlı kabul ediliyordu. Ama kuantum fiziği; her şeyin evrenin enerji olduğunu söylüyor. Kuantum holografik bir beyin daha  olduğunu söylüyor. 

Ancak son yıllarda Tanatoloji olarak adlandırılan, ölümü inceleyen bilim dalı var. Ölüm bilincini anlatan, ölüm konusunu yöneten ve terapi teknikleri var. Terapi tekniklerinde yapılmak istenen; kişide ölüm bilincini oluşturmak. Kişilerin ölümü yok sayarak yaşamaları, o kişilerin ölümle ilgili kaygı ve endişelerini azaltmıyor.

O halde ölüme,  ölüm düşüncesine açıklama getirmek gerekiyor. Kişinin ölüm algısını, ölüm düşüncesiyle yüzleşmesi gerekiyor. Çünkü bu yapılmadığında müthiş bir acı çıkıyor. Yüzü gülse de içi kan ağlıyor.

Herkesin söylediği bir şey var, ne deniliyor?

Ölüm kabul edilmesi gereken kaçınılma bir gerçek, ölümü imkansız olarak göremeyiz.

O zaman böyle bir gerçekle nasıl yüzleşileceğine bakmak gerek.

Ölüm algısının anlatılması, kişinin ölümle nasıl barışabilir diye bakılıyor. Elbette herkese uygulanan bir terapi kalıbı yok. Kişinin inançlarına göre, bazı kişilerde tanrı, bazı kişilerde melek, bazı kişilerde zihinsel sığınak, bazı insanlarda doğa inancı olabiliyor. Kişinin hayatına anlam katan değerlere bakılıyor. Ruh dediğimiz şey psişik bir durumdur. 

Kuantum bilimi bu konuları yorumlamakta geçmiş bilgilerimizin de ötesinde bir yaklaşım olabilir.

Çünkü kuantum mekaniği bir teoriden çok öte bir şeydir. 

Sonuçta insanların düşüncelerinde yeni ufuklar açmış ve derin özgürlükler getirmiştir.

Şimdi soru şu; Kuantum fiziğine göre ruh nedir? 

Kuantum biyolojisi nedir?

Kuantum biyolojisi disiplinler arası bir alanda söz söylemek, tablonun bütününü resmetmek için gereken bilimin tamamını yeterince derinlemesine ve güvenle açıklayacak düzeyde uzman olmak imkansız. 

Ama uzaydan gelen kayalar hayranlık uyandırıcı yapıları, bileşimleri, güneş sisteminin kökeni, gezegenlerin oluşumu, hatta güneşimizin geçmişinden de önceki kozmik olaylar hakkında ip uçları verebilir. Bileşimleri farklı da olsa aydan gelen bir taşla, marstan gelen bir taş arasında bir fark yoktur.

Bilinen evrende bir eşine daha rastlanmayan mavi gezegenimizi benzersiz kılan çok çeşitli maddelerin bir araya gelerek çok farklı yaşamları meydana getirmesi çarpıcıdır.
Bilimin yanıt bekleyen en önemli sorusu, kayalardaki durağan atomların ve moleküllerin nasıl olup da; mevsimsel olarak değişen, havada, karada, suda yaşayan, zıplayan, uçan, yönünü bulan, yüzen, büyüyen, seven, nefret eden, arzulayan, korkan, düşünen, gülen, ağlayan canlı varlıklara dönüşebildiği sorusudur.
Canlılara hayat veren, ama cansız varlıklarda bulunmayan bu yaşam kıvılcımı nedir?
Günümüzde bu konuda temel görüş şu; Yaşam kuantum sınırındadır.

En basit ve çıplak durum, kuantum dünyasında her şeyin farklı olduğu gerçeğidir. Bitkilerdeki fotosentezi incelediğimizde, kendi hücrelerimizde gerçekleşen solunum (gıdaların yakılması) olayı ile karşılaştırdığımızda, hayvanlarla bitkilerin özde o kadar farklı olmadığını görürsünüz. Aralarındaki esas ayırım, yaşamın temel yapı taşlarını nerede elde ettiğinizdir. Bitkilerinde, bizimde karbona ihtiyacımız var. Ancak bitkiler karbonu havadan alırken, biz organik kaynakları, mesela bitkilerin kendisini kullanıyoruz.

Bitkilerinde, bizimde biyomoleküllerin yapımı için elektronlara ihtiyacımız var. 

Ancak biz elektronları yakalamak için organik molekülleri yakıyoruz. Bitkiler ise elektronlarını tutmak için suyu yakıyor. Bitkiler güneşin fotonlarını yakar. Bu işlemlerin her biri, kuantum kurallarına göre işleyen temel parçacıkların hareketi ile gerçekleşir.
Parçacıklar uzayda yayılan dalgalar gibi davranır.
Kuantum mekaniği, fizik ve kimyanın büyük ölçüde temelini oluşturur ve bütün evreni oluşturan yapı taşlarının eksiksiz bir resmini sunar bize,

Kuantum teorisine göre; galaksiler, yıldızlar ve güneş sistemleri arasında bu boşluk aslında boş olmayıp, dalgalanma halindeki pozitif ve negatif enerjilerle doludur. 

Dolayısıyla bu boşlukta madde, anti-madde, enerji, ruh, öz ve soyut parçacıklar gibi sıradan pek çok olguya rastlanabilir. 

Bu boşluklar bardağa dökülen gazlı içeceklerdeki köpükler gibi köpürerek madde ve enerji püskürtür.
Fizikçilere göre, boşluğun anlamı, kapalı bir kaptaki tüm madde ve enerjiyi çıkarmamız halinde geride kalan şeydir. Tüm maddeyi ve enerjiyi çıkarmamıza rağmen geride kalan mucizevi şekilde bir şeyler kalır. 

Fizikçiler buna sıfır noktası enerji adını veriyorlar. 

Sıfır noktası enerji, kuantum fiziğinin getirdiği bir kavramdır.  Kuantum fizikçisine göre bilinç, insan beyninin dışında kuantum enerjisi ile bağlantılı  bir durum olarak tartışıyorlar. Bunlr bizi şuna göyürüyor. Evren manyetik bir enerji yığını, bu enerji içinde biz sadece bir nokta varlığız.İnsanın diğer canlılardan farklı olarak özgür bir iradesi var.

Kuantum dinamiğinde en büyük şey en küçük, en küçük şey en büyük şeydir. İnsan badece subjektif gözlemcidir. Gözlemlemediğin zaman enerjisin. gözlemlediğin zaman varsın.

Bilgilerimiz kuantum ruh ya da kuantum biyoloji bugün için yeterli olmayabilir. 

Ama önümüzdeki zamanlarda, kuantum fiziği bu konularda ciddi bir yol gösterici ve yaklaşım gösterebilir.

error: